27 Aralık 2014 Cumartesi

+AMELLER


Bazı duygularım yarıda kalmış gibi geliyor bana.
Uzun sayılabilecek aradan sonra, soğuduğum değerlere yeniden başlamam daha da heyecanlandırıyor beni. Hayatta kalabilmem için bu değerlere sığınmamın gerekliliği başımı dönderiyor, ruhumu gönendiriyor.

Çeşitli insan türleri var yaratıklar arasında. Ama ben ikisini düşündüm yanlızca.

Biri kaybolmamak için kâğıt ve kaleme sığınırken, biri de okuyor, yazıyor desinler diye yapıyor bunu.

Şuna benzer; biri emir doğrultusunda yapıyorken kutsal göçü, diğeri de hicret topluluğunda sevdiği kadın var diye yapıyor aynı yolculuğu. Uzun bir yolculuk, aylarca, hatta senelerce dağlarda kalmak var ama katlanmak insanın hiç te umurunda değil. Kalpten fışkıran bir inanç var 3 sene boyunca insanın usanmadan, bıkmadan taşıyabileceği bir inanç tabi haliyle. Bu kutsal insanları kimse kabullenmiyor. İşte bu olay sonrası kutsal sözlerinden birini söylüyor Önder:
‘Ameller ve niyetler… Ameller niyetlere göredir.’

Ameller, niyetlere göre değer kazanıyor.

Şimdi anlatacağım iki insan tipi bunlardan ayrı olanlardan ve toplumda bol örneği bulunanlardan.

Komşunun çocuğu bir el işaretimle yanıma geldi.
Endişem, gelmeyip kaçması idi ama geldi işte.
Yüzüme, ürkek ve korkak bakışlarda baktı. Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi bileceğini sanmıyorum, ama her suçlu çocuğun taşıdığı ağırlığı sırtında taşıdığından eminim.

Ayakkabılarıma sarıldı, verdim.

Boyama işi bitince ona öyle dedim: ‘ Bana bak ve dinle; ekonomik durumu bozuk olan bir ailenin son çocuğu olman birçok şeyde fedakârlık etmeni gerektirir. Bakkaldan aldığın yoğurdun yarısını başına dikmen, deterjan alman için verilen paradan kendine kebap payı çıkarman, onun bunun küçük çocuğunu dövmen bağışlanır gibi değil.’

İlerimdekiler dikkatimi çekiyor.

Bilmiyorum böyle çağdaşlık olur mu?

Karşı masadaki kız, anne ve babasının yanında, babasından önce sigara yaktı.

Gördüklerime inanamayan ben, yanımda dolaşan görevliye sorduğumda, ‘daha çağdaş desinler,’diye cevabını aldım. Çağdaş desinler diye anne ve babanın huzurunda, baban paketi çıkarmadan önce davran ve sigaranı yak.

Ne ala, oh ne güzel(!)

Ayaklarını üst üste getirdi, tasmasından tutarak köpeğini kucağına aldı. Başından başlamak üzere, hayvanda okşamadık tüy bırakmadı, kızın bu hareketi hayvanı sevindirdiği gözlerinin yumulup açılmasından belli oluyordu. Neden sonra kediyi görünce inmek istedi, kediye saldırmaktan ziyade oynamak arzusu gizliydi bakışlarında. Genç kızın kollarından sıyrıldı ama kızın üst üste atılı ayaklarının topladığı eteğinin çukurunda kendine yer buldu.


Kişinin çevresinde gördüğü bu gibi olaylardan kaçması mümkün olmadığı gibi, bunlara katlanması mecburmuş gibi geliyor. Çoğu kez soruyor: Ben kimim ve neyin mücadelesini yapıyorum.
-----------------------------------------------------------

*BARAKALAR


Vatansızlık zor. Ne bir toprak ne de millet var. Böyle bir toplumun çocuklarıyız biz. Bağımsız bir toprak istiyoruz. Mülteci kampları... Yalnızca barakalar. Güvencesi olmayan barakalar. Kışın ne soğuğa, ne da yazın sıcağa dayanıklı olan barakalar.

Tepenin ardına saklanmak isteyen güneş yüzüme vuruyor.

Saçlarım kımıldıyor. Her şey tuhaf. Günün neresinde birilerini görsem dona kalıyorum. Gidin, uzaklaşın benden der, gibiyim. Sanki onlarla hiç ilişkim yok artık. İhtiyacım yok onlara, bedenim titriyor görünce onları.

Ülkelerin; mallarımızı, topraklarımızı elde edebilmek için böyle yapmaları.
Neticede kendilerinin dünyaya kazık çakabileceklerini hesaplayarak başkalarının yaşamına el atıyorlar. Başkalarına yaşam hakkı tanımıyorlar, onların yaşamlarına dur diyorlar. Bir mülteci kampında barakalar içinde doğup, büyümek ve işgal altında yaşamak, anlatılamayacak kadar zor.

Taşlar arasına yaslanıyorum. Gece böceklerinin sesleri, yarasaların üzerimden geçmeleri…

Sonra, ilerideki ardıç ağacına dayanıyorum.

Uyumuşum. Eyvah; diyorum sonra. Kendim duyabilecek kadar ses çıkarıyorum. Tüfeğimi yokluyorum. Ne kadar uyuduğumu tespit edebilirim. Uyumadan önce Merkür – çocukluğumda, çoban yıldızı derlerdi – gezegenine bakıyordum. Batıdan aşmasına tüfeğimin boyu kadar mesafe vardı. Şimdiyse Dünya’nın gece olmayan kesimini dolaşmış, yeniden doğmuş doğu kesiminde. Bu gezegen Dünyaya en yakın gezegen. Yıldızlar bundan kat kat uzakta olsalar gerek. Uzaya ilişkin bildiklerim silinmiş gibi. Neden sonra, Dünyaya en yakın yıldızın Alpha Centevri, ışığının dört yılda bize geldiğini hatırlıyorum. Yorgun kafama bir de bunlar ekleniyor. Nasıl götürmeli bu yükü? Beynim duracakmış gibi. Neden sonra babamın öğrettiklerini hatırlıyorum: “Yıldızlar eğilip hiçbir şeyi selamlamazlar. Ancak bizler, gündüzleri savaşan, geceleri karanlığın ortasına yaslanan bizler müstesna”.

Sakinleşiyorum. İçimdeki sis azar azar dağılıyor, yerini asırlar sonra gerçekleşecek bir muştunun mutluluğuna bırakıyor.

Düşümde çok şeyler gördüm: Korkulukları çelikten yapılmış bir apartmanın balkonundaydım. Yemek hazır diyorlardı. Masada çeşitli yemekler. Yalnızca çorbaya uzanıyor, kaşıkla almak zorlaşınca da kabı başıma dikiyorum. Sonra uzun sigaramı birileri yakıyor.

Balkondan kente göz kırpan güneşin son ışıklarını seyrediyorum.

Geçemedim ötesine zamanın. Bir sır gibi kaldı bende eskiler. Bütün çizgiler belleğimde yer etti.

Barakadayım.

Pencereyi kapıyorum.

Ay, barakalar arasından cama vuruyor. Lekeli ve saydamsı bir ışık dolaşıyor içerde.

Kalkıyorum.

Karanlık vuruyor yüzüme. Her şey acı. Karnım aç. Dudaklarımda çocukluğumdan kalma gülümseme.

Midemin sızladığını algılıyor, bedenimde kimi yerlerin acısını duyuyorum. Çay geçiyor içimden. Neden sonra yapamam ki, diyorum. Parmağım ağzımda düşünüyorum. Birden ekmeği kapıyor, sanki yıllardır özlemişim gibi bölmeden ısırıyorum.

Ufuk açık. Demek yavaşlamış yağmur. Çıkıyorum.

Yağmur sırtıma vurmuyor. Sağanaktı. Dindi bile. Başka bir elbise var gibi sırtımda. Rengi bozulmuş gibi.

Gündüz.

Güneşin, yağmur sonrası bulutlar arasından çıkan taze ışığında uçuşan kimi sinekler elime üşüşüyor. Sonra parmaklarıma, sonra da ayırdığım ekmeğe konuyor. Acımamalıyım, hiçbir varlığa acınmaz. Sinekleri öldürmeğe çalışıyorum. Neden sonra öldüremiyorum? Bir sigara, ardından bir sigara daha. Sinekleri yeniden tutmaya çalışıyorum. Kutsal varlıklarmış gibi elim üzerlerinde şekilleniyor. Sinekler de anılar gibidir, diyorum sonra. Birden yaklaşıyorlar, sonra uçup kayboluyorlar.

Bu topraklarda özgür ve bağımsız olarak, hiçbir kimsenin hükmü altında ezilmeden, hiçbir azınlığın zulmü altında kalmadan yaşamımızı sürdürebilecek miyiz?

Hava serinledi. Rüzgâr güneyden esince öndeki barakaların kapıları aralandı. Baraklardan çıkan çocuklar orta yerde toplandılar. Kimi ellerindeki çamurdan yaptıkları oyuncakları öbür arkadaşlarına gösteriyor, kimi anasının ekmek hamurundan bir topaç çalmış, oynuyor, kimi de ellerindeki bir parça bazlama ile oyalanıyor.

Belki az sonra bir top mermisi bu çocukların ortasına düşecek. Bir kaçı ölecek, kimi yaralı, kimi de barakalara kaçacaktır. İşte mutluluğa engel tablo bu. Duman ve barut içerisinde sürdürülen hayat.

Yorgun gözlerim açık. Yine düşümde çok şeyler gördüm:

Kırlangıçlar tepemde dönüyor. Güneş, orta yere doğru yavaş yavaş yükseliyor, bir çam ağacının tepesinde karar kılıyor; gözlerime çamın dikenimsi yapraklarını salıyor. Uzaklardan silah sesleri geliyor. Bir helikopter karşı dağın eteklerinde dolanıyor.

Gençlik yılları ve acı tatlı anılar beynimde şekilleniyor. Yorgun başım tüfeğimin üzerine düşüyor.

Hava soğuk, rüzgârla dolaşan kokular ve ölüm.

Barakalar uzakta görünüyor.

Karanlık, barakalara ivedice giriyor.

Bana öyle geliyor ki, insanların çoğu çirkin işler yapıyor. Böyle düşününce yüreğime bir korkudur üşüşüyor, bedenimi bir titreme alıyor.


Duman ve barut kokuları sinmiş barakalarda geçti çocukluğumuz. Şimdi de çocuklarımız aynı çizgide.

-----------------------------------------------------------

*BEN RAŞİT


Derviş Raşit derler bana. Soy ismimin yaptığı çağrışım neticesinde bu sıfatın benim için kullanıldığının kanaatindeyim. Zaman zaman düşünürüm: Kör Raşit, Deli Raşit deselerdi, daha mı iyi  olacaktı? Hayır. Böyle düşününce kendimi bir yerlere sıkışmış gibi sanıyorum. Elim, ayağım tutmuyor, bir yerlerimin kanadığını sanıyorum. Kahroluyorum; içimde bir yerlerin burkulduğunu, düşünme yetimin kaybolduğunu sanıyorum. Bu kâbuslu yıllarda, neşeli günler geçirdiğim yılları anımsayınca zamanla düşündüklerimi hafızamın, ilerleyen yıllara aktaracağını görür gibi oluyorum.

Derviş Raşit: Bu sözcük beni son derece gönendiriyor. İçten gelen bir mutlanma yaşıyorum böyle çağrılınca.. Yeryüzü bana darmış, başım yıldızlara değecekmiş gibi geliyor. Zamansız solan ömrümün çiçeği yeniden açmış gibi. Vebalı diye bildiğim yılların üzerine kül serpilmiş gibi. Ne mutlu bana ki, bu sıfatla anılıyorum.

Yalnızım.

Tek başıma göğüs gerdim yıllara.

Marazlı yıllar.

Balkondayım.

Yaşım yarıyı çoktan geçti. Hani derler ya, kırkına merdiven dayadım. Ben merdivene tırmandım bile. Ağır aksak. Kırk basamaklı merdivene.

Gülperi’nin mesaideki hareketi gözümün önünden gitmiyor, diyecektim ya, araya gündüz ki hemşire girdi. Anlaşılan genç hemşirenin hayali ağır bastı. İçimde buzdan bir el geziyor gibi geldi bana.

Yontulmaya elverişli olan hemşire. Anneliğe de.


Şef Gülperi: Saygı duyulan bir kadın. Başına örtü alarak Musa ile bana görünmesi bir şeyleri protesto ediyor, birileriyle alay ediyor gibi geldi ilkin. Aman canım sen de. Benim protesto edilenlerle ne ilgim olacak! Kalender biriyim: Derviş.

-----------------------------------------------------------

*BİR DE EKMEK VARDI


Fahri telefon etti.

Mehmet’i yine bulamadım, dedi Fahri.

Sonra Fahri ile buluştuk.

Mehmet’i bulamadım, diye yineledi. Sakin ve sessiz.

Son gördüğümde parkta dolaşıyordu, dedim.

Mehmet, düzenlice bir masaya oturdu, dedim Fahri’ye. Ben de oturdum.

Gölgeler uzuyordu.

Sırtında ter, cebinde kâğıt ve kalem vardı, dedim.

Evet, dedi Fahri, başka ne vardı cebinde?

Bir de ekmek vardı, dedim.

Bir an için içimin titrediğini sandım o bayat (olduğunu bilmiyorum) ve kuru ekmeği yerken.

Kurumuş bir yaprak iriliğinde pide.

O an, yalnızca onun aydınlık yüreğini gördüm. Bir de kararan akşamın okşadığı kızıla çalan morumsu ağaçları.

Dönüşte yanlış dolmuşla uğurladı beni Fahri.

İyi de oldu.

Görmediklerimi gördüm, tanımak istediklerimi tanıdım.

Yolda Musa’nın kardeşini gördüm.

Hani şu İngiliz kız. Sarah’ın Musa’sı vardı ya, onun kardeşi İsa.


İyi de oldu. Dünya gözüyle görmek istediklerimdendi. Filimlerde ve resimlerde görmüştüm. Ben filimleri ve resimleri düş gibi sayarım. Kimi insanlar vardır görmeden sevdiğim. Benimle aynı pastayı paylaşır gibiler, telefonlarda, mesajlarda.

-----------------------------------------------------------

*BİR YAZARLA

İlginç bir olaydı bu gün yaşadıklarım.

Yazar Hasan Kocamanoğlu ile tanışıyorum.

Üç adam oturuyorlardı. Şükrü ve Mehmet. 3. Kişiyi gördüğümde, içime doğdu. İlk aklıma gelen Hasan oldu. Çünkü onun buralarda olacağını duymuştum. Yanlarına vardığımda, Şükrü’nün, ‘Ali Kemal abi,’ diye hitap etmesi her şeyi değiştirdi. Hasan, bana doğru yaklaştı. Daha kendi söze başlamadan; ‘Merhaba Hasan’ deyiverdim. Neden böyle dedim. Onun Hasan olduğuna nasıl inandırdım kendimi? Bu bir ilginç olay değil mi? Şükrü, kalan kısmını tanıttı.

Çevreye baktım.

Senelerce aynı apartmanda oturmuşuz. Ama ayrı bloklarda olmamız tanışmamıza engel oldu sanırım.


Şimdi başka bir apartmanında kalıyormuş Sitenin. Camdan bakıyorum da, önümde eni az olan (ama uzun ) bir yeşil alan ve arkasında bir apartman var. O apartmanın yanında okul, ilerisinde yol, başka bir apartman ve karşısında da Hasan’ın apartmanı. Eskiler bir yeri tarif ederlerken, ‘bir’ ya da ‘iki ok atımı uzaklıkta’ derlermiş. Ben de bir ok atımı uzaklıkta diyeceğim. 

-----------------------------------------------------------

*BİR ÇOCUK KADAR MASUM

Bu gün geç gideceğim işyerime, diyorum kendi kendime. Eşim duymasın. Bana kabir suali gibi sorular sorar. Ama nereden duyabilecek ki! diye düşünüyorum sonra. Duymadı ama hissetti. Evet, geç gideceğim işyerime. Amirimin ve birilerinin tepkisini ölçmem için şart. Nasıl bir duygu bu? Bilmiyordum. Uygulamamıştım ki, bileyim. Tatlı ama insanı geren bir duygu.

Dakikalar oldu mesai başlayalı, diyor biri.

İmza defteri kaldırılmış. Amirin odasında. Kapısı açık. Amir içerde olsa gerek. Ceketi ilikleyecekmiş gibi ediyor, kapıdan içeri eğiliyorum. İyi ki iliklememişim, diye söyleniyorum sonra. Biri bana bakıyor.

İşyerimde, pencereden bakıyorum. Sonra rüzgarın sırtımı dövdüğünü hissediyorum. İleride Sigorta Hastanesi lojmanı ve penceresinden bir şeylere eğilen hemşiresi, balkonunda kurumaya asılı giysiler. Yakınımda unutulmuş musluktan gelen su sesi. Göz kapaklarımın altında, uzun ve kıvrık gagalı, sert bakışlı kuşa ciğer veren ticari taksi şoförleri. Önümde Hastanenin idari binası ve bina yüksekliğinde uzanan ağaçlar.

Bitkinim ama diyor.

Onlar, uykusuz geçirdiği gecenin özlemini duyan acil servis doktorları ve hemşireleri.
İçlerinde biri var ki, gönül adamı, şair dostu, yazar arkadaşı: Ejder.

Bitkin olsam da, yorgun değilim.

Saçım uzasa da temizliği seviyorum.

Sakalım uzasa da kesmeye zorluyorum kendimi.


Doğan yaklaşıyor.

Bayan memur yarım bıraktığı çay bardağına bir fiş atıyor. Peşinden, memur Daldal da aynı hareketi yapıyor.
Şimdi, Doğan, burnumun dibinde ve acı dolu bakıyor.

Akıl baliğ olmamış bir çocuk kadar masum.

Ziya’nın çayına göz dikiyor. Her nedense Ziya dönünce yarım çayını başına dikiyor. Yüzünü buruşturması, suratını asması sıcak çayın boğazını yakmasındandır.

Odacı Ahmet ve Yavuz’a veryansın ediyor. Ama her ikisi de onun küfürlerine alışkın. Doğanının ağzından çıkan sözlerden memnunlar.


Ne yapacak belli: Yine para peşinde. Bu İşyerinden ötekine gidecek birazdan.
-----------------------------------------------------------

*DAVULLAR



Bayram öncesi Pazar günüydü, diyor Ahmet. Saat;13.30-14.00 arası olabilir.
Ağlamaklı. Benim, ilgimden gayet memnun olduğunu belli ediyor.

Kendini savunma ihtiyacı duyarak anlatıyor: Bu zamana kadar konuşma fırsatı bulamadım. Hep bekledim. İşte bu gün, işte yarın çağırılırım dedim ama hayır, ne gelen oldu, ne giden. Yani kimse beni dinlemedi.

O gün temizlik yapıyordum diyor. Sanki lanetli bir günmüş gibi sitem ediyor Allah’ın gününe. Hayatımın dönüm noktası. İşin bu noktaya geleceğini kimse bilemezdi, diyor sonra. Kimse bilemezdi bey ağabey, diyor bana bakarak. Dedim ya temizlik yapıyordum. Merdiven temizliğinden sonra yaptığım temizlikti bu. Çevre temizliği. Bunu hep yaparım apartman temizliği sonrası. Belli ki bayram temizliği olacaktı bu. Ama benim son temizliğim olduğunu kim bilebilirdi?

3‘ü geldiler önümde durdular. S., Meryem bakışlı ve bir yabancı yani tanıdığım bir temsilci ama ne de olsa elin adamı. Resmi geçittekiler gibiydiler önümden geçerken. Davullar çaldı, benden uzaklaştılar ve kurtuldum diye sevindim. Boştular giderken. (İçlerinde ne bir cin vardı ne de ecinni.) Onları ne zamana kadar takip ettim? Bilmiyorum. Belki de işime dönünce her şey bitti. Başımı kaldırdığımda Arif’in apartmanının önünde gördüm onları. Garip yaratıklar demedim kendi kendime. Şeytanvari insanlar da. Neden diyecek mişim? Ne şeytandılar, ne de melek.
Yarım saat kaldılar. Başımı kaldırdığımda gözlerim bulanık görüyordu onları. Orucun sonu, dedim kendi kendime. Hele bir de bağlı şeytanım çözüldü ise... Yanlarında Şahin temsilci de vardı. (Kolay zamanın adamı, zor onu sıvıştırır. Günlerce görünmediği olur bir sorun sonrası bay temsilcinin.) Genç yönetici merdivende idi. Evinin merdiveni değil ya, apartmanının merdiveni. Beni çağırdılar.

Meryem bakışlı yönetici : Bayramda ne yapacaksın dedi, bana. Amirimdir, sana ne demedim.(Amirimdir.) İzine gidemiyorum, dedim, kaloriferim sorunlu.

"Arif'e gideceksin."

Ben sorun yüzünden izine gitmiyorum. Arif’e yeterince yardımcı oldum zaten.

Canımı sıkan, "Arif’in yardımcıları Hasan ile sen olacaksın bundan sonra," oldu. "Bu ne demekti?"

-----------------------------------------------------------

*DEDEM VE SEVGİLİSİ

1900’lü yılların başında, Osmaniye yakınlarındaki tiren yolu için yapılan tünellerin yapımında askerlikten düşülmek üzere çalıştırmışlar onu.

Dedem Köse, kilometrelerce uzakta bıraktığı ailesine gidip, çocuklarını görmek düşüncesi ile başlarında bulunan subayları ile anlaşır.

Akşam, Yeşildere ismindeki köye gelir. Köyde geceler ve sabahleyin ona kılavuz olarak bir çocuk verilir. Ceyhan nehri burada geçit vermez. Ancak üzerine asma köprü yapılmıştır.

Köse, geçme ile geçmeme arasında bocalar. Kılavuz çocuğun yüreklendirmesi, geçme yönüne meyillendirir onu. Ama orta yere geldiğinde su çoğalır. Sanki kaynıyormuş gibi gelir.

Çocuk: “ Bre Emmi, değirmene gitmek için biz buradan yükler sırtımızda geçeriz,”der.

Geceyi Anabat ismindeki bir köyde geçirir. Konuk olduğu aileye kendini tanıtır.

Üçüncü gün evindedir.
------------

Seferberlik günleri başlar.

Dedem Köse`yi seferberliğe alırlar.

Önceden bir suçu vardır. Hani, çocuklarını görme arzusu ile gelişi vardı ya, işte bu kaçma olarak değerlendirilir.

Babamın anlattıklarına göre eğer af olmasa imiş sonuç idama kadar gidecekmiş.

Köse Mehmet savaşa gidince, Köse nenem dermiş ki; “ iki çocukla kalakaldım.”

*

Seferberliği Bağdat`tadır. Düşman, İngilizdir. Kandırdıkları Arapları saflarında tutmayı başarırlar.

Bir ara, Bağdat yakınlarında karargâh kurarlar.

Yine babam Ahmet Fakı’nın anlattıklarına göre, İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalardan Fırat suyunun metrelerce yükseldiği ve nehirde çamaşır yıkayan kadınların, yıkanan çocukların kaçıştıklarını canlı gibi anımsarmış.

*

TOKAT: Tadatta Ali Çavuş’tan yediği tokadı unutamazmış.

Ali Çavuş, dedemin yeğenidir.

Çavuş, bir gün askerlerinin saflarını düzeltir. Ama içlerinde biri var ki safı bozmaktadır. Uzaktan, subay görür ve Ali Çavuş’a dedemi işaret eder.

Bir tokat.

Dedem kendine gelmiştir.

Ki, Çavuş’un böyle yapması gerekiyormuş. Dedemin geride bıraktıklarını düşündüğünü tahmin eden Ali Çavuş: "Dayı, der, Yatıkkoz`da çadır kuruyordun değil mi?"

`Nasıl da bildi. Bahar gelmişti. Memleketimin baharı daha bir başka olur.` diye düşünür.

*

ÇAVUŞ VURULUYOR: İngilizlerin sayısı çok fazla. Bir kısmı mevzide dinlenirken ikinci yarısı savaşmaktadır. Eğer, 2. yarısı yorulmuşsa 1. yarı taarruza geçiyor.

Bir gün, hiç neden yokken, ummadıkları bir anda, gündüz saldırıya uğrarlar. Şimdi bu da neyin nesi, demeye kalmaz. İngilizler, Ali Çavuş`un da içinde olduğu bir bölük askeri aralarına alırlar. Çatışmada, Çavuş’un sağ çenesine isabet eden mermi soldan çıkıp gitmiş, geride kan bırakmıştır. İngilizler, onu ve diğerlerini alıp Hindistan tarafına götürürler.

Dedem onu hep ölmüş, bilmiş.

`Nasip olur da, yıllar sonra döndüğümde memleketteki eşine, dostuna ne demeliyim?.` diye düşünür, dururmuş. `Oğlunuzu orada bırakıp, geldim mi demeliyim?’

’Normal olmayan bir şeyler dönüp duruyor, anormal olan da ne ki? (acaba). ‘İşte Köse’de oluşan düşünce.

Köse mutsuz. Askerler mutsuz, tasalı ve kaygılı.

Yeğeninin öldüğünü sansa da, Ali Çavuş`un aylar ve senelerce Hindistan’daki esareti sürer.

---------------

MAHVOLMUŞUM: Ali Çavuş yok artık. Dertleşeceği kimse de yok.

Gece uyudu. Düşman ileride, mevzide.

Kendileri de mevzideler.

Gökteki ay, çölün kumlarını yıkıyor.

Ayakta.

Belki uyumuş. Hayır, olamaz, daha neyin nesi. Asker uyur mu? Mızkanmış (uyanıklığa yakın uyuklama) olabilir. Kısa zamanda çok şeyler oldu. Arkadaşlarının kendini terk ettiğini gördü. Ayın Türkiye yönünden aştığını gördü. Önce her şey süt rengiydi. Artık kumları yıkayan parıltısı yoktu ayın. Batı yönünde başlayan kum fırtınası ayın aydınlığını sönükleştirmekte, kül rengine dönüştürmektedir.

Mevziden çıktı ve arkadaşlarının peşinden yürüdü. Sabahın karanlığında onlara yetişmek zor olacakmış gibi geldi. Gözlerini, karşıdan gelen karartıya dikti ve bekledi.

Hareketsiz.

‘Dönmüşlerdir, geliyorlar,’ diye düşündü.

Gelenlerden biri;

"Asker nereye?" dedi.

Dedem; "Arkadaşlarım gittiler, yalnız kaldım"

"Hayır. Yanılıyorsun. Biz aşçılarız. Sabah kahvaltısı götürüyoruz."

---------------

KÖSE VURULUYOR: Babamın anlattıklarına göre, Fethiye Boğazı savaşını unutamazmış.
Zaman zaman da o türküyü söylermiş:

"Havada bulut yok bu ne dumandır?
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?
Şu yemen elleri ne de yamandır.
Kışlanın önünde asker sesi var

Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Muş’tur(HUŞ`tur-AKN) yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?"


Huş yokuşunun zirvesinde mevzilenen Osmanlı ordusu, İngiliz alayına göz açtırmıyor, boğazdan çıkarmıyor. İngilizler, gece ilerlemeye çalışıyor.

İşte o gece dedem (Köse) vuruluyor. (Vurulma olayını babam bilmiyor. Dedem ya anlatmamış, ya da babam unutmuş. Ama ben biliyorum. Sanırım olayı bana dedem, ben 7/8yaşlarındayken anlatmıştı. Aklımda güzelce kalmış.)

Dedem olayı bana anlatmıştı:

Düşman 3 kilometre uzaktadır. Boğazın yukarısındaki Osmanlı askerlerine ateş ediyorlar. Ateşle birlikte ortalık aydınlanıyor. Dedem mavzerin ateşinde topuğundan yaralanıyor. Can havliyle, düşmanın üzerine ateş ediyor. Bu ateş sonrası mavzerinden çıkan merminin ışığında bir düşman askerinin dönerek düştüğünü görüyor.

Hayıflıyor.
------------------

ÇOCUKLUK ARKADAŞLARI: Bir gün askerlerden biri, yakınlarındaki tepede çadır kurup, göçebe hayat süren kimselerin dedeme selamını getirir. Dedem Köse, heyecanlanır ve sevinir. ‘Acaba kimmiş bu tanıdıklar,’ diye düşünür.

Yanlarına vardığında birçok tanıdık yüz bulur. Bunlar, yıllar önce köylerinden göç eden Ermenilerdir.

Yaşlı bir kadın, ‘Mehmet`im,’ diye dedeme sarılır. İçlerinde, davar güttüğü arkadaşları, kilisenin bahçesinde oyun oynadığı oyun arkadaşları da vardır. Dedemi şaşkına çeviren kız arkadaşlarının serpilip büyüdüğüdür.

İlerideki ağacın gölgesinden kendine bakan gözlere takılı kalır. İşte bu, kilisenin bahçesinde oyun oynadığı, ilerleyen yıllarda güzelliğini keşfederek gönlünü fethettiği arkadaşı Meryıl’dır.

Genç kız dedeme doğru yaklaştıkça, dedemin karşısında onursal bir duruş sergiliyor gibidir.

Dedemin gözleri yumulur, yıllarca geriye gider ve çevresini ağaçların kapladığı çimler, daha sonra çobanların yaklaşan ayak sesini belleğinden çıkarır.

Dedemin bu hayali, tuhaf bir sıkıntıyı beraberinde getirir. Meryıl’ın boğuk gözlerinin arkasında çok şeylerin varlığını görür. Mesela, saçını karıştırır halde düşlemek, çobanların ayak seslerinin duyulmasından sonra dişini gıcırdatır, dudağını çiğner halde betimler arkadaşını.

---------------

DÖNÜŞ: Şimdi ne güzel.

Aradan seneler geçti.

Musul`a giden bir tren var, diyorlar ona. Önce Musul’a gitmeli, sonra da Türkiye’ye.

-------------

Antep`e geldiğinde saygı görüyor esnaftan. Ekmek ikram ediyorlar, para veriyorlar. Bu, askere saygının üst seviyesinden dolayıdır. Yemek ye, demektir.

Maraş’a geldiğinde uzun yol çekmiş askerlerle karşılaşıyor. Bağdat/Maraş arası 52 gün diyorlar.

Üngüt’e geldiğinde aldığı haber onu sevindiriyor:


"Ali Çavuş`un Hindistandan mektubu geliyor."

-----------------------------------------------------------

*DEDİ Kİ


O da öyle diyor işte.

Dedi ki, çiçek götürmeliyim ama başka?

Dedim ki, çiçek götüreceksin, başka?

Benim sözlerimi tekrarlayıp durma, diye öfkelendi.

Öfkelenmen nedendir, dedim ona.

Beni çileden çıkarıyorsun, dedi.

Sana öyle geliyor, seni çileden çıkarmıyorum, dedim.

Senin bu dillerini ararım, dedi.

Bulamazsın, dedim.

Son sözüm onu iyice çileden çıkardı sanırım. Yüz hatlarından anlamak mümkündü öfkesini.

Bardağı taşıran son damla, dedi ve uzaklaştı.

Ona, sen kimsin, nereye gidiyorsun, bile demedim. Biliyordum ki, sukutum onu iyice hırpalayacaktı. Öyle de oldu: Öfkelice geri döndü. Şöyle bir düşündüm.

Kapıyı açan bendim. Kadir’in oğlu ve elinde bir demet çiçek. Meğer akşamdan bağlantı kurmuş kapıcı Kadir’in hanımıyla. Kadir’in apartmanıyla aramızda iki apartman var.

Başkası değil de neden Kadir’in çiçekleri, dedim gülümseyerek.

Alay etme, dedi o.

Alay etmiyorum, dedim.

Ama dedi, yüzün öyle demiyor, dedi.

Yüzüm, ne diyor dedim.

İnsanı küçümsemenin her çeşidi var yüzünde.

Uzunca bir süre sustuk. Uzunca bir süre susuşum onun dediklerini kabulleniyor olmamdan kaynaklanmıyordu. Fakat onu daha da yıpratmak bana ters geliyordu.

`Başkası değil de neden Kadir’in çiçekleri diye yineledim bu defa ciddice.

Oldu işte, dedi. Senden böyle vakarlı olman beklenir, dedi ve ekledi: Kadir’in bahçesi çiçekle dolu. Akla hayale gelmeyecek çiçekler. Gün öncesinden tembih ettim.

Ne dedin, dedim, ciddiyetimi koruyarak.

Gelinlik görmeye gideceğiz, dedim dedi, aman iyisi olsun çiçeklerin, benim gelinliğim kıymetlidir, büyük şehirlerde tahsil gördü, dedim. Peki, dedi Kadir, olur yenge iki tutam çiçeğin ne hükmü var.

Akşam çoktan olmuş, balkona vuran sokak lambalarının ışığında gazetesini okuyan yaşlı adama bakıyordu.

Sonra bana dedi ki, aya ve önündeki yıldıza bakar mısın? Sayılabilir yıllarda böyle bir araya gelirlermiş.


İçeri girdiğinde ağza alınması ayıp olmayan kelimelerle konuşuyordu. Bu defa onu öfkelendiren merak konusuydu.
-----------------------------------------------------------

*DEFİNE



“Olay seneler önce karşı dağın eteğindeki köyün yakınlarında oluyor,” diye söze başlıyor orta yaşlı adam. “Ermeni ihtiyar arkeologdur. Ermeni, definenin yerini biliyor. Çantasındaki define yerini bulabileceği harita ve diğer araç, gereci yanından ayırmıyor. Günlerce bir köy evinde misafir kalıyor yaşlı adam. 3,5 sene. Ev sahibi define meraklısı biri. Birlikte antik çağa ait çok şeyler buluyorlar. Bunlar, yüzükler, bilezikler, paralar ve o çağın insanının yaşamı için gerekli araç-gereçler. Bulduklarını Ermeni’nin çantasında saklıyorlar.

Üç buçuk senenin sonunda arkeolog Ermeni;  ‘güvenirliliğimi ispatladım artık.’ düşüncesinde.

Buluntularla ayrılıp ülkesine giden ihtiyar, günler sonra paralarla dönüyor. Dönüyor çünkü aradığı başkadır. ”

--------------

Orta yaşlı adam, tepeye çıkmış, sırtını dağa vermiş, sigarasını yakmış, yönü kuzeydeki kasabaya dönük, garip duygular içindedir.

İçindeki ikilemle tartıştığı ve bundan da galip çıkmanın sevinci gözlerinden okunan adam, ev bulabilme sorununu yarı yarıya çözen Mitad’a bakıyor.

Ömer’in dudakları tebessüm taşıyor.

“ Şu define olayının kalanını anlatmanı istiyoruz senden. “ diyor Mitad.

“ Peki, anlatayım,” diyor Ömer:

“ İlerleyen günlerde köylü, Profesörden dağdaki her bir otun bir derde çare olduğunu öğrenir.

Bir gece aradıklarına yaklaşmak üzereler.”

Anlatılanları can kulağıyla dinleyen Mitad, “hadi anlat anlat, neden duruyorsun?” diye orta yaşlı arkadaşını tahrik ediyor.

“Dedim ya, bir gece aradıklarına yaklaşmak üzereler. Adamın define için her kazma vuruşu, vuslata yaklaşıyorlarmış duygusunu taşıyor Profesörde. Profesör, adamın başında bekleyen bir asker gibidir sanki.

Bir anıt gibi.

Acı bir fotoğraf gibi.

Hisleri karma karışık.

Belindekini arasıra yokluyor

Metrelerce kazdılar. Görünen iri bir taş. Kazma, her vuruluşunda gerisingeri geliyor.

Anıt mezar olsa gerek.
Ağaç manila. Anıt mezarın kapağı ağaç manila yardımıyla açılabilir düşüncesindeler ikisi de.

Lahitin kapağı.

‘İşte eski bir uygarlık. Aradığımızı buluyoruz. Belli bir uygarlık, zengin bir ulusun ileri gelenleri için yapılan lahitlerden biri bu?’

Profesörün düşünceleri karmakarış.

Kapak ağır mı ağır.

Açıyorlar.

Kapak yana yatıyor.

Kemikler… Antik eşyalar arasına saklanmış müthiş güzellikte bir yuvarlak.

Altından bir top. Taştan su kapları. Altınlar, gümüşler, paralar ve bilezikler.

Köylü adam eline altın küreyi alıyor. Özenle tutuyor. Bir top büyüklüğünde, ya da orta bir karpuz büyüklüğündeki altın yuvarlak her ikisinin de başını döndürecek kadar güzel.

Müthiş bir şey bu. ‘Aradığımızı bulduk.’diye düşünüyor profesör yeniden.

‘Bana ver!’diyor yaşlı adam.

Elini küreye uzatıyor.

İşçi adam iki eliyle sıkıca tuttuğu küreyi yaşlı adama uzatıyor. Zoraki bir uzatış bu. Vermese miydi acaba?

`Altmış köşeli, altmışgen.’ diye mırıldanıyor yaşlı adam göğsüne bastırdığı küre için.

Üzerinde, her köşesine işlenen resimler aynı kadına ait. 60 yaşında ölen kraliçenin çocukluğunu, genç kızlığını, evliliğini ve orta yaşlılık halini temsil eden resimler bunlar.

------------

Ömer, anlaşılmayan bir nedenle anlatmasını bırakıyor.

Hüzünlü.

Az önceki sevincini aramak beyhude gözlerinde.

Somurtmasından belli.

Bakışları bir noktaya.

Gözleri nemli gibi.

Çevresinde acı bir hüzün dolaşıyor sanki.

‘Bu küre neden benim olmadı? Ya da neden öyle bir antik eser bulamadım şimdiye kadar? Senelerden beri bu işlerle uğraşırım ama bulamadım işte!’

Define kendininmiş de, ya da kendi eski çağlarda yaşayan biriymiş de… Adamların küreyi almalarına hayıflanmıştı bir kere.

“Hadi anlat! Diyor Mitad, heyecanlı oluyor.”

"Altın küre profesördedir. Diye devam ediyor anlatmasına.

Yürüyorlar.

Köylü önde, yaşlı adam arkada. Nedendir, bilinmez saldırmak için arkadaki fırsat kollamaktadır.

Ayağına takılan taştan sonra köylü tökezler. Düşmemek için sağa sola yalpalar. Yaşlı Ermeni saldırır. Saldırı aleti: Yine bir kazıda elde ettikleri antik çağ aletidir. Kama.

Kama, tökezleyen adamın bacağına saplanır.

Kamayı adamın bacağında bırakan Ermeni, yerde yuvarlanan altın küre ile kaçar.

...................


Gökten vuran ay, yaşlı Ermeni’nin gölgesini büyütüyor, karanlıkta kalan yüzünü aydınlatıyor. Bir telaştır, korkudur vücudunu bürüyor. Karanlıkta acım daha az olur düşüncesiyle kendini ağaçların duldasına atıyor. Rüzgârın sesine uyarlanan içindeki heyecan artıyor. Korkusu, taki yayla evlerinden sabahın müjdecisi horozların seslerine kadar sürüyor.”

-----------------------------------------------------------

*DİNA

Ecnebi isminden bahsedersin, dedi annem.

Söyleyemiyorum, dedi babam.

Söyleyemiyorsan, ecnebi adı mı demen gerekiyor.

Hayır değil, dedi babam, ecnebiler sahiplenmiş bizim olanı. Kutsal bir isim bir de.

Nereden kutsal isim oluyormuş?

Sen yoktun anne, babam geçen günlerde anlattı, dedim anneme.

Ayşegül tutturuyor:

Hadi bir daha anlat. Anlat, diyor. Çok hoş oluyor.

------------

Dina, Yakup peygamberin dillere destan güzel kızı, diye başlıyor babam. Hani güzelliği dillere destan Yusuf peygamberin kız kardeşi.
Yakup, babasının çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği topraklara doğru yürümeye karar verdi.

Neresi bu topraklar? dedi annem sabırsızca.

Bak, sen de heyecanlanıyorsun.

Harran olmasın bu topraklar.

Evet. Hakkın var. Genç Yakup, Harran`a doğru ilerledi. Gecelerini çölde geçirdi. Yönü: Şarkoğullarının ülkesine idi. Dayısı Laban`a ulaşmaktı emeli.
Çölde, çok ilerilerde birileri var.

Uzaktan gelenler yaklaştı.

Dayının kızları, dediler Yakup’a gelenler için.

Dayısının iki kızı vardı. Li ve Rehel.

Kızlar, dayılarının oğlunu evlerine götürdüler. İlk gençlik yıllarında ziyaretine geldiği dayısının yanında 20 yılını geçirdi. Dayısının kızlarıyla evlendi. Li, güzeller güzeli Dina`yı doğurdu.

Zengin olarak Kenan iline doğru yola çıktı. Çöl sıcak. Kuzuların ve çocukların yürüyüşü ağır.

Yakup, Kenan diyarına çadır kurduğu toprağı 100 parça gümüşe satın aldı. Daha yerleşir yerleşmez, Yakup Peygamberin dillere destan güzel kızı, memleketin kızlarını merak eder ve görmeğe çıkar.

Kralın oğlu Dina`nın güzelliğine hayran kalır. Kızı kaçırır ve alıkoyar. Babasına yalvarır. "bu güzel kızı almalıyım" der.

Kıral, Yakup peygambere; "seninle akraba olmanın zamanı," der.

Dina`nın kardeşleri itiraz eder. "Biz sünnetsizlere kız vermeyiz ve onlardan kadın almayız."

Kıral, oğlunu sünnet ettirir.

Yeterli değil, derler Yakup`un oğulları. Sen de sünnet olmalısın, derler kırala.

Kıral çaresiz. Kendisi de sünnet olur.

Yine yeterli değil derler Yakup`un oğulları, ahali de sünnet olmalı.

Ahali de sünnet olur.

Ahali acı çeker. Kızın kardeşleri (Yakup peygamberin iki oğlu) durumdan memnun. Acı çeken Kıralı, oğlunu ve ahaliyi kılıçtan geçirirler.

Beni, sıkıntıya soktunuz, der Yakup oğullarına. Böyle yapmanız mı gerekirdi?

Kimsenin kız kardeşimizi aşağılamasına, alıkoymasına razı olamayız, der oğulları.

İşte, Dina`nın öcü alınmıştır.

------------

Annem itiraz ediyor. Ama bu katliamdır, diyor.

Babam sessiz. Müeyyide ağır olsun ki, geridekilere ibret… yeryüzü sütliman olması içindir....

------------

Annemin aklı hala gelinliğinde.
Aslında, bana başkasının gelini gibi geliyor, diyor annem.

Neden, diyor babam.

Bilmem ki, diyor, başını yana eğiyor.

Annem ağlamaklı.

Sanki bana yabancı biriymiş gibi, diyor. Neden başka kelime daha söyleyemiyor. Bana herkes gibi davranıyor.

Farklı mı davranması gerekir? diyor babam.

Tabi. Benimle yalnızca kucaklaşıyor. Beni anne bilmedi.

Annem yine ağlamaklı.

Seni anne bilmedi mi? diyor babam.

Evet bilmedi. Bilmesin.

Ben de senin gibi düşünüyorum.

Oğlum istediği için onu sevdim ve kızım bildim.

Annem ağlıyor.

Ağlama Monika! diyor babam.

Annem Didem diyor, oğlum diyor. Ne vardı sanki Moskova`larda?

Ağlaması bitiyor sonra. Sonra sorumu dikkate alıyor: İsmail senden 3 yaş büyük diyor.

------------

Dina demiş ki: ‘Allah`ın sopası yok hala’.

Niçin demiş, diyor babam.

Demiş işte, diyor.

Hayır, diye itiraz ediyor babam.

Halası, annesini aşağılayınca, dayanamamış Dina. Halası, Dina`nın annesini aşağılar mahiyette, sözler sarfetmiş.

Ne demiş ki? diyorum.


Demiş ki; `köyden getirdik, adam ettik.` Hayır böyle değildi. Tam şöyle idi: `Köy` yerine `dağ`vardı.


-----------------------------------------------------------