1900’lü yılların başında, Osmaniye
yakınlarındaki tiren yolu için yapılan tünellerin yapımında askerlikten
düşülmek üzere çalıştırmışlar onu.
Dedem Köse, kilometrelerce uzakta
bıraktığı ailesine gidip, çocuklarını görmek düşüncesi ile başlarında bulunan
subayları ile anlaşır.
Akşam, Yeşildere ismindeki köye
gelir. Köyde geceler ve sabahleyin ona kılavuz olarak bir çocuk verilir. Ceyhan
nehri burada geçit vermez. Ancak üzerine asma köprü yapılmıştır.
Köse, geçme ile geçmeme arasında
bocalar. Kılavuz çocuğun yüreklendirmesi, geçme yönüne meyillendirir onu. Ama
orta yere geldiğinde su çoğalır. Sanki kaynıyormuş gibi gelir.
Çocuk: “ Bre Emmi, değirmene
gitmek için biz buradan yükler sırtımızda geçeriz,”der.
Geceyi Anabat ismindeki bir köyde
geçirir. Konuk olduğu aileye kendini tanıtır.
Üçüncü gün evindedir.
------------
Seferberlik günleri başlar.
Dedem Köse`yi seferberliğe
alırlar.
Önceden bir suçu vardır. Hani,
çocuklarını görme arzusu ile gelişi vardı ya, işte bu kaçma olarak
değerlendirilir.
Babamın anlattıklarına göre eğer
af olmasa imiş sonuç idama kadar gidecekmiş.
Köse Mehmet savaşa gidince, Köse
nenem dermiş ki; “ iki çocukla kalakaldım.”
*
Seferberliği Bağdat`tadır. Düşman,
İngilizdir. Kandırdıkları Arapları saflarında tutmayı başarırlar.
Bir ara, Bağdat yakınlarında
karargâh kurarlar.
Yine babam Ahmet Fakı’nın
anlattıklarına göre, İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalardan Fırat suyunun
metrelerce yükseldiği ve nehirde çamaşır yıkayan kadınların, yıkanan çocukların
kaçıştıklarını canlı gibi anımsarmış.
*
TOKAT: Tadatta Ali Çavuş’tan
yediği tokadı unutamazmış.
Ali Çavuş, dedemin yeğenidir.
Çavuş, bir gün askerlerinin
saflarını düzeltir. Ama içlerinde biri var ki safı bozmaktadır. Uzaktan, subay
görür ve Ali Çavuş’a dedemi işaret eder.
Bir tokat.
Dedem kendine gelmiştir.
Ki, Çavuş’un böyle yapması
gerekiyormuş. Dedemin geride bıraktıklarını düşündüğünü tahmin eden Ali Çavuş:
"Dayı, der, Yatıkkoz`da çadır kuruyordun değil mi?"
`Nasıl da bildi. Bahar gelmişti.
Memleketimin baharı daha bir başka olur.` diye düşünür.
*
ÇAVUŞ VURULUYOR: İngilizlerin
sayısı çok fazla. Bir kısmı mevzide dinlenirken ikinci yarısı savaşmaktadır.
Eğer, 2. yarısı yorulmuşsa 1. yarı taarruza geçiyor.
Bir gün, hiç neden yokken,
ummadıkları bir anda, gündüz saldırıya uğrarlar. Şimdi bu da neyin nesi, demeye
kalmaz. İngilizler, Ali Çavuş`un da içinde olduğu bir bölük askeri aralarına
alırlar. Çatışmada, Çavuş’un sağ çenesine isabet eden mermi soldan çıkıp
gitmiş, geride kan bırakmıştır. İngilizler, onu ve diğerlerini alıp Hindistan
tarafına götürürler.
Dedem onu hep ölmüş, bilmiş.
`Nasip olur da, yıllar sonra
döndüğümde memleketteki eşine, dostuna ne demeliyim?.` diye düşünür, dururmuş.
`Oğlunuzu orada bırakıp, geldim mi demeliyim?’
’Normal olmayan bir şeyler dönüp
duruyor, anormal olan da ne ki? (acaba). ‘İşte Köse’de oluşan düşünce.
Köse mutsuz. Askerler mutsuz,
tasalı ve kaygılı.
Yeğeninin öldüğünü sansa da, Ali
Çavuş`un aylar ve senelerce Hindistan’daki esareti sürer.
---------------
MAHVOLMUŞUM: Ali Çavuş yok artık.
Dertleşeceği kimse de yok.
Gece uyudu. Düşman ileride,
mevzide.
Kendileri de mevzideler.
Gökteki ay, çölün kumlarını
yıkıyor.
Ayakta.
Belki uyumuş. Hayır, olamaz, daha
neyin nesi. Asker uyur mu? Mızkanmış (uyanıklığa yakın uyuklama) olabilir. Kısa
zamanda çok şeyler oldu. Arkadaşlarının kendini terk ettiğini gördü. Ayın
Türkiye yönünden aştığını gördü. Önce her şey süt rengiydi. Artık kumları
yıkayan parıltısı yoktu ayın. Batı yönünde başlayan kum fırtınası ayın
aydınlığını sönükleştirmekte, kül rengine dönüştürmektedir.
Mevziden çıktı ve arkadaşlarının
peşinden yürüdü. Sabahın karanlığında onlara yetişmek zor olacakmış gibi geldi.
Gözlerini, karşıdan gelen karartıya dikti ve bekledi.
Hareketsiz.
‘Dönmüşlerdir, geliyorlar,’ diye
düşündü.
Gelenlerden biri;
"Asker nereye?" dedi.
Dedem; "Arkadaşlarım
gittiler, yalnız kaldım"
"Hayır. Yanılıyorsun. Biz
aşçılarız. Sabah kahvaltısı götürüyoruz."
---------------
KÖSE VURULUYOR: Babamın
anlattıklarına göre, Fethiye Boğazı savaşını unutamazmış.
Zaman zaman da o türküyü
söylermiş:
"Havada bulut yok bu ne
dumandır?
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?
Şu yemen elleri ne de yamandır.
Kışlanın önünde asker sesi var
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Muş’tur(HUŞ`tur-AKN) yolu
yokuştur
Giden gelmiyor acep ne
iştir?"
Huş yokuşunun zirvesinde
mevzilenen Osmanlı ordusu, İngiliz alayına göz açtırmıyor, boğazdan çıkarmıyor.
İngilizler, gece ilerlemeye çalışıyor.
İşte o gece dedem (Köse)
vuruluyor. (Vurulma olayını babam bilmiyor. Dedem ya anlatmamış, ya da babam
unutmuş. Ama ben biliyorum. Sanırım olayı bana dedem, ben 7/8yaşlarındayken
anlatmıştı. Aklımda güzelce kalmış.)
Dedem olayı bana anlatmıştı:
Düşman 3 kilometre uzaktadır.
Boğazın yukarısındaki Osmanlı askerlerine ateş ediyorlar. Ateşle birlikte
ortalık aydınlanıyor. Dedem mavzerin ateşinde topuğundan yaralanıyor. Can
havliyle, düşmanın üzerine ateş ediyor. Bu ateş sonrası mavzerinden çıkan
merminin ışığında bir düşman askerinin dönerek düştüğünü görüyor.
Hayıflıyor.
------------------
ÇOCUKLUK ARKADAŞLARI: Bir gün
askerlerden biri, yakınlarındaki tepede çadır kurup, göçebe hayat süren
kimselerin dedeme selamını getirir. Dedem Köse, heyecanlanır ve sevinir. ‘Acaba
kimmiş bu tanıdıklar,’ diye düşünür.
Yanlarına vardığında birçok
tanıdık yüz bulur. Bunlar, yıllar önce köylerinden göç eden Ermenilerdir.
Yaşlı bir kadın, ‘Mehmet`im,’ diye
dedeme sarılır. İçlerinde, davar güttüğü arkadaşları, kilisenin bahçesinde oyun
oynadığı oyun arkadaşları da vardır. Dedemi şaşkına çeviren kız arkadaşlarının
serpilip büyüdüğüdür.
İlerideki ağacın gölgesinden
kendine bakan gözlere takılı kalır. İşte bu, kilisenin bahçesinde oyun
oynadığı, ilerleyen yıllarda güzelliğini keşfederek gönlünü fethettiği arkadaşı
Meryıl’dır.
Genç kız dedeme doğru yaklaştıkça,
dedemin karşısında onursal bir duruş sergiliyor gibidir.
Dedemin gözleri yumulur, yıllarca
geriye gider ve çevresini ağaçların kapladığı çimler, daha sonra çobanların
yaklaşan ayak sesini belleğinden çıkarır.
Dedemin bu hayali, tuhaf bir
sıkıntıyı beraberinde getirir. Meryıl’ın boğuk gözlerinin arkasında çok
şeylerin varlığını görür. Mesela, saçını karıştırır halde düşlemek, çobanların
ayak seslerinin duyulmasından sonra dişini gıcırdatır, dudağını çiğner halde
betimler arkadaşını.
---------------
DÖNÜŞ: Şimdi ne güzel.
Aradan seneler geçti.
Musul`a giden bir tren var,
diyorlar ona. Önce Musul’a gitmeli, sonra da Türkiye’ye.
-------------
Antep`e geldiğinde saygı görüyor
esnaftan. Ekmek ikram ediyorlar, para veriyorlar. Bu, askere saygının üst
seviyesinden dolayıdır. Yemek ye, demektir.
Maraş’a geldiğinde uzun yol çekmiş
askerlerle karşılaşıyor. Bağdat/Maraş arası 52 gün diyorlar.
Üngüt’e geldiğinde aldığı haber
onu sevindiriyor:
"Ali Çavuş`un Hindistandan
mektubu geliyor."
-----------------------------------------------------------